Bu ayın konusu olan ‘Cumhuriyet ve Demokrasi’ konusunun, daha çok sosyal bilimciler tarafınsan işlenmesi uygun olur görüşündeydim… Ancak Akademik Akıl’da, ayrım yapmadan, tüm yazarların görüşlerine açık olduğundan, herkes gibi ben de yazıyorum. Bir düşünür, ‘Aslında demokrasi kötü bir rejimdir, ancak diğerlerinin daha da kötü olmaları, onu böylece en iyi bir rejim yapmaktadır’ demiştir.
En küçük yerleşim birimleri olan köylerden itibaren, daima işleri toplum adına birilerinin yürütmesi gerekmiştir. Acaba yönetecek olanları nasıl belirlemeli? Bu türden belirlemeler, eskiden çoklukla bilek gücüyle oluyormuş. Kim güçlüyse, kimin sesi gür çıkıyorsa, onu lider yaparlarmış. Günümüz demokrasilerinde, bu belirleme işleri, serbest seçimlerle yapılıyor. Gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamı, demokrasiyle yönetiliyor.
Yönetimlerde, başa geçeceklerin, en başta kendi içlerinde demokrat yapıda olmaları önemlidir. Düşünün, devamlı kendisiyle, ailesi ve yakınlarıyla kavga eden biri, başa geçtiğinde en yakınlarından başlayarak, giderek, en iyi bildiği davranış şekli olan, herkesle kavga etmeye başlar.
Emperyal ve zenginleşmiş ülkeler, geri kalmış ve bu yüzden kolayca sömürmeyi düşündükleri ülkelerde gerçek demokrasinin olmasını, asla istemezler. O ülkelerin, çoğunlukla tek adam rejimiyle yönetilmesini yeğlerler. Gerektiğinde bunu sağlamak için bazen kendi askeri güçlerini kullanırlar, ya da yerel güçlerle askeri ihtilaller yapılmasını desteklerler. Ülkenin başına getirdikleri o tek adamı ikna ettiklerinde ise, yapmak istediklerini ve işlerini kolaylıkla sürdürmeye koyulurlar.
Krallık ve monarşiyle yönetilen ülkelerde, bir süre sonra güçlenen kral, emperyallerin isteklerine karşı gelip, onların istediklerini onaylamamaya başlarsa, ülkede durup dururken askeri ihtilal yaptırıp, kendilerini dinlemeyen kralı deviriverirler. Onun yerine istediklerini yapacak bir başkasını bulmaları pek de zor olmaz. Tarihte ve zamanımızda örnekleri çoktur.
Devletlerde en büyük işveren, bizzat devletin kendisidir. Devletler, vatandaşlarından topladığı vergilerle, kamunun yatırımlarını planlar. işçi, memur, asker, öğretmen, çalıştırdıklarının, maaşlarını karşılar.
İktidar demek, bir yerde icraat demektir. İktidarların gerçekleştirdiği icraatların çoğu ulusun yararına olsa da, bir kısmı lüks, lüzumsuz, hatta toplumun zararına bile olabilir. Çoğulcu demokrasilerde yönetenler, belirli sürelerle ve seçimle işbaşına geliyorlar. Bir ülkede, iktidar varsa, onun karşısında, ‘işleri biz daha iyi yaparız’ diyen bir muhalefette mutlaka vardır ve olmalıdır da.. Bu yüzden çoğulcu demokrasiyle yönetilen çok partili ülkelerde, muhalefet her zaman vardır. Muhalefet partileri bazen kendiliğinden, bazen de, bizzat iktidar partisinin içinden çıkabilirler.
Muhalefet çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmazı olup, hep var olmalıdır. Neyin haksız, hatalı, gereksiz ve yanlış olduğunu önce sözlü ve yazılı basındaki araştırmacı gazeteciler bulup ortaya çıkarırlar. Daha sonra muhalefet onu mecliste dile getirir. Muhalefeti olmayan rejimler, ancak kraliyet ve monarşik yönetimlerde olur. Kabaca çoğumuz, onları ‘kabile rejimleri’ olarak adlandırırız. O ülkelerde, şarkıda olduğu gibi, ‘ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur’ davranışları geçerlidir.
Gerçek demokrasilerle yönetilen ülkelerde meclisler, daima çok seslidir. Akıllı iktidarlar, muhalefetin her dediğine kulak tıkamayıp, onların söylediklerindeki doğru ve yanlış olanları ayıklamasını bilecek bilgi ve yapıda örgütlenmişlerdir. Bu yüzden o tür ülkelerde, daha çok ‘hepimiz, birimizden daha akıllıyız’ görüşü ön plandadır.
Çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmazı, kuvvetler ayrılığı prensibidir. Yasama, yürütme ve yargı, birbirinden bağımsız ve kendi içlerinde demokratik yapıda olmalıdır. Atanmışlar, daima kendisin atayan üst makamlara karşı, seçilmişler ise çoğunlukla kendisini seçenlere karşı. sorumlu olduklarını düşünürler. İkisinin ortası var mıdır, işte orasını da bu işleri bilenlere sormalı.
Demokrasilerin olmazsa olmazı olan partilerimizde, ‘gerçek demokrasi var mıdır’, bir bakalım. Görünüşe göre vardır. Parti genel kurulunda, aranızdan bir genel başkan seçersiniz. Tüm yetkiyi ona verirsiniz. Yetkiler sınırsız oldukça başkan giderek daha da güçlenir. Dediğim dedik olmaya başlar. Her iki yılda bir yapılan genel kurullarda, seçtiğiniz başkanı, tekrar tekrar seçmeye devam edersiniz. Ta ki, bir ihtilalle devrilinceye ya da hak vaki olup ölünceye kadar. Demokrasi tarihimize baktığımızda, kendiliğinden ayrılan bir lidere ben pek rastlamadım. Derneklerde olduğu gibi, parti tüzüklerinde, ‘genel başkanlık en fazla şu kadar dönem için yapılır’ cümlesi nedense bulunmaz. Genel başkanlar, Cumhurbaşkanlığı makamına seçilince (şimdi ona da gerek kalmadı), ya da hakkında bir kaset skandalı çıkınca, ancak o zaman gidiyorlar.
Parti genel başkanları, delegeleri, milletvekili olacak altı yüz adayı, genel idare kuruluna seçilecekleri, yardımcılarını, parti sözcülerini, iktidar olunca da bakanları, bakan yardımcılarını daima kendileri belirliyorlar. Ön seçime nadiren başvuruyorlar. Genel müdürleri, müdürleri, ordunun generallerini, kurumların başkanlarını, devlet bankalarının genel müdürlerini, büyükelçileri, valileri, kaymakamları, emniyet müdürlerini, sporda federasyon başkanlarını, üniversitelerde rektörleri, dekanları, yüksek yargı atamalarını, daha pek çok orta ve üst düzey görevliyi iktidara gelmiş olan partinin genel başkanı, neredeyse tek başına, belirliyor. Atamalarda, aranan kriterler nelerdir, atamalarda liyakat ne derece önemlidir, bunlar tartışmaya açık konulardır.
Bunca devlet işinin arasında, yukarıda ancak bir kısmını yazabildiğim yüzlerce atama, hakkaniyet içinde bir kişi tarafından nasıl yapılır, bir düşünün bakalım.
Atamalarda bir takım hataların da olabildiğini, sık yapılan tayinlerden, yer değiştirmelerden ya da sıkça görevden almaların olmasından anlıyoruz. Eğer atananlar, yeni görevlerine ne kadar süreyle atandıklarını bilmezlerse, ha bugün ha yarın başka bir yere tayin edileceğini ya da görevden alınacağını düşünerek, hata yapmamak için, devamlı tedirginlik içinde olup, bu yüzden gerektiği gibi verimli de olamazlar. Buna bir örnek olarak, sürmekte olan davaların gidişatına bakılarak, sık sık tayin edilen ya da görev yerleri değiştirilen hakimlerimizi verebiliriz.
Demokrasilerin olmazsa olmazı, önceden belirlenen kurallar ve onların behemehal işletilmesidir. Kurallar, iktidarların keyfine göre esnetildikçe, giderek ‘ben yaptım oldu zihniyeti’ ortaya çıkar. Bu türden keyfi uygulama ve atamalara başvurulması, ülkeye ve onun demokratik yapısına yapılan çok büyük zarardan başka bir şey değildir. Yaşadıklarımdan derlediğim görüşlerim böyle. Yorumlarınızı bekliyorum.
'