Herhalde gece gördüğüm rüyanın etkisi olsa gerek, yataktan irkilerek kalktım ve biraz açılıp kendime geleyim diye gidip lavaboda yüzümü yıkadım.
Size gördüğüm rüyanın aklımda kalanları, hatırlayabildiklerimi anlatayım. Evet, rüyamda, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü” gördüm. Oldukça yaşlanmış gibi bir görüntüsü vardı, hastaydı galiba. Bir tahta sedirin üzerine oturmuş, yanında da durmadan oraya, buraya habire koşuşturup, ceylan yavrusu gibi zıplayarak, koşup babasının yanına gelen ve Onunla oynarken mutlu olduğu yüz ifadesinden belli olan, manevi kızı “Ülkü” vardı.
Atatürk çakmak, çakmak olmuş etkileyici mavi ama biraz da yorgun bakan gözleriyle adeta beni süzüyordu.
“Hayrola delikanlı beni neden çağırdın? Bana söylemek istediğin bir şey mi var?” dedi. Ben de Atatürk’e,
“Estafurullah sevgili Atam… Benim ne haddime sizi çağırmak. Ama madem öyle veya böyle bir araya geldik, yoktan var edip, yarattığınız, hayat verdiğiniz Yüce Türk Milleti için bugüne kadar neler yaptınız, bana bir şeyler söylemenizi dilerim” dedim ama heyecandan da zangır, zangır titriyordum.
“Evlat, madem istedin bana da özetlemek düşer. Dinle bakalım!” “Konuşmalarından biraz kalem yalamış gibi bir halin olduğu anlaşılıyor. O zaman çocukluğumu, gençliğimde okuduğum okulları, Subay çıktıktan sonra aldığım görevler ile katıldığım savaşları biliyorsundur, değil mi?”
“Bilmez olur muyum, Paşam. O söylediğiniz bilgileri okullarımızda değerli öğretmenlerimizden detaylı olarak öğrendik.”
“O halde sana başka şeylerden bahsedeyim… Ne dersin?”
“Sevinirim Atam…”
“Çanakkale de yazılan destanı artık sağır sultan bile biliyor. O’nu geçiyorum. Şimdi gelelim İstiklal Harbine; Yunan’la ilk kapışmamız İnönü Savaşlarında oldu. Tabii, elde avuçta doğru dürüst silah ve cephane, yeterli Top olmayınca, naçar savaşa, savaşa geri çekilmek zorunda kaldık ama yılmak yok dedik. Sakarya Savaşı için daha donanımlı hale gelince, kahraman Ordumuz 22 gün, 22 gece Yunan Ordusu ile savaşarak binlerce şehit ve gazi verdi. Sonunda Yunan’ı Sakarya’nın Batısına attı. Son olarak da çok sıkı hazırlanarak, ölüm, kalım mücadelesi verdiğimiz İstiklal Harbi’nde düşmanı yenip, esirlerden geri kalan kaçakları da İzmir’den bir daha dönmemek üzere memleketine uğurladık. Yalnız bu işler pek kolay olmadı, bilesin! Neden kolay olmadı dersen, O’nu da anlatayım evlat…”
“Zevkle dinliyorum Paşam”.
“Savaşta kullanacak silahların büyük bir bölümünü, zaten bizden gasp edilmiş olan İstanbul’daki İngiliz’lerin kontrolünde olan depolardan kaçırıp, İnebolu üzerinden Anadolu’ya yiğit Türk analarının çektiği kağnılarla taşıdık. Rusya’dan, Pakistan’dan ve Hindistan’dan temin edilen silah ve cephaneyi kullandık. Paramız, pulumuz yoktu ama yüreği ülkesinin özgürlüğü için çarpan Kahraman Türk halkı vardı. Ankara’da 23 Nisan 1920’de kurduğumuz TBMM’de çıkarttığımız bir kanunla yoksul halkımızdan, değeri ilerde geri ödenmek kaydıyla ihtiyacımız olan, giyecek ve harp malzemesi topladık. Evlat, işte biz savaşı bu yokluk içinde kazandık ve 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyetimizi ilan ettik.”
“Sonra ardından durmak yok deyip, ülkece kolları sıvadık. Önce cahil olan halkımızın Eğitimine önem verdik. Her şehirde okullar açmaya başladık. İzmir’de yaptığımız ilk İktisat Kongresinde ülkemizi önce Fabrikalarla, Demiryolu Ağlarıyla ve Kara Yollarıyla donatmaya başladık. İşin özü, eğitim ve çalışma seferberliğini başlattık. Bu arada unutmadan söyleyeyim, Osmanlı’dan kalan borçları, yavaş, yavaş da olsa ödedik”.
“Şimdi gelelim esas konuya! Bunlar çağın tamamen gerisine itilmiş, adeta terk edilmiş olan Türk İnsanının, doğrulup ayağa kalkması, eksik olan yönlerinin giderilmesi için yaptığımız devrimlerdir”. Ben o sırada sabırsızlık gösterip lafın arasına daldım,
“Değerli Atam, biz o dediğin devrimleri çoktan ezberledik bile!” deyince, tatlı sert bana çıkışarak,
“A benim tez canlı oğlum, ben buradan takip ediyorum. Yaptığımız Devrimleri ne kadar bildiğinizden ve nasıl uyguladığınızdan haberim var. Olsun ben yine de onları hatırlatmada yarar görüyorum. Kulağını aç da beni iyi dinle!”
“Tamam, tamam Atam… Ne olur kızma, dinliyorum!” dedim.
“Öncelikle, kutsal dinimiz İslam’ı, hurafelere bulaşmış, maddi çıkar peşinde koşan, yobaz takımından arındırmak ve Kuran’ımızın Arapça oluşundan ve onu okuyup, ezberleyen ama anlamını hiç bilmeyen temiz kalpli, insanımızın, yalan, yanlış fikirlerle asırlardır aldatılmasını önlemek için, Elmalı Hamdi’ye Kur’anımızı Türkçeye tercüme ettirdik”.
“Çok da iyi yapmışsınız Atam”.
“Yıllardır her gittiğim yörede bunun çok faydalı olduğunu gördüm evlat”.
Şimdi gelelim diğerlerine;
- Öncelikle “Eğitim ve Öğretim’in Çağdaşlaşması”için gerekli olan, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu” çıkarttık ve acilen uygulamaya başladık.
- Şeriat’a dayalı kanunun yerine, özellikle kadın, erkek eşitliğini esas alan “Türk Medeni Kanunu’nu” yürürlüğe koyduk ve ilk başlarda, törelerimizin etkisi nedeniyle değişimi zor da olsa uygulamaya gayret ettik.
-Padişahlık yerine, halkın iradesine dayanan Cumhuriyet’i kurduk.
-Halkımızı, Osmanlı ümmetçiliğinden çekip aldık ve gurur duyacağı Türk Milliyetçiliği duygusunu yerleştirdik.
-Halkçılık ilkesini, ümmet yerine halk olma fikrini toplumumuza içselleştirdik.
-Çağın en önemli, olmazsa olmaz değerlerinden olan, ‘Laiklik’ ilkesini Anayasamıza koyduk. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan, farklı inanç gruplarından olan veya olmayan bütün vatandaşların din ve vicdan hürriyetine sahip olmasını önemsedik.
-Devletçilik ilkesi ile, üzerinde yaşadığımız bu değerli toprağın sahibinin Şah, Padişah ve Derebeyin olmadığını; içi ve sınırları güvenlik güçleri tarafından korunan bu toprağın bir devlete ait olma ilkesini oluşturduk ve ‘Türkiye Cumhuriyetine’ bir de ‘Devleti’ yapısını ekledik. Devlet kavramının özgür bireyler için bir güvence olduğu duygusunu da topluma yaymaya çalıştık.
-Devrimcilik yani İnkılâpçılık ilkesinin bir toplumun devamlı gelişim içinde bulunması için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu insanımıza anlatmaya çalıştık.
Bu saydıklarımdan başka “Harf Devrimini”, “Şapka ve Kılık Kıyafet Devrimini” kanunlaştırıp, halkımıza anlatmaya çalıştık.
Çok kısa bir zaman diliminde, devrim niteliğindeki bu özellikleri; eğitimi neredeyse yok denecek kadar az, anane ve törelerine sıkı, sıkıya bağlı olan, geçimini yüzyıllardır askerlik yaparak ve yağmurun insafına kalıp, kara sabanla toprağını işleyerek sağlamaya çalışan Anadolu ve Rumeli’nin vefakâr insanına kabul ettirmek için tüm yönetim kadromuzla seferber olduk. Büyük oranda başarılı olduğumuzu da söyleyebilirim”.
“Umarım ülkemize yararlı olmuşuzdur! Benim sabırsız oğlum, hele sen dediklerimi önce bir düşün ve ardından değerlendir. Haydi, şimdilik bana müsaade” diyerek kayboldu.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama elimle yüzümü sıvazladığımda biraz terlediğimi fark ettim. Uyanmışım… “Hayırdır inşallah!”
'
'