CUMHURİYETİMİZİN 100.YILI KUTLU OLSUN İMPARATORLUKTAN CUMHURİYET’E UZANAN ZORLU YOL! (5)

1nci Meşrutiyet Dönemi (devamı) 1876:

Mithat Paşa’nın sadrazamlığı ülke içinde ve dışında büyük memnuniyet yaratmıştı. Herkes onun, Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu kötü durumdan kurtaracağına inanıyordu. Bununla beraber, Mithat Paşa’nın sadrazamlığından memnun olmayanlar da vardı. Bunların sözcülüğünü, ağırlıklı olarak ilmiye (din adamları) sınıfına mensup olan kişiler yapmaktaydı. Tezleri ise: “Kanun-i Esasi, kâfir işidir. Meclis-i Mebusan’da pek çok Hıristiyan bulunacağından, bunlar, şeraite aykırı kanunlar çıkaracaklardır. Mesela, İslam karılarını açık gezdirmek isteyeceklerdir” idi.

Sonunda, hazırlanan bu taslak üzerinde çok çetin görüşmeler yapılıyor, özellikle padişahın yetkileri ile ilgili 113’üncü madde, büyük sorun oluyordu.

Bu madde aslında, Meşrutiyet anlamına tamamen aykırıydı, Mithat Paşa’nın, “istifa ederim” tehdidiyle bu maddeye karşı çıkmasına rağmen, madde sonunda Padişah’ın da bastırmasıyla şu şekilde, mecburen kabul edilmek durumunda kalındı: “Hükümetin güvenliğini bozdukları, zaptiye (jandarma) idaresinin yaptığı araştırma üzerine, sabit olanları Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkarıp uzaklaştırmak padişahın elindedir.”

Bu maddeyi kabul ettiği için Mithat Paşa hem o zaman hem de daha sonraları ağır tenkitlere uğramıştı. Mithat Paşa ise, gerekçesinde: “Şayet istifa etseydim, muhalifler ya Kanun-i Esasi’nin diğer bazı maddelerini de değiştirir ya da tümünden iptal ettirerek Meşrutiyet’in ilanını iptal edebilirlerdi” demiştir.

Kanun-i Esasi, toplam 117 maddeden ibaret olarak hazırlanmıştı. Ana konuları ise: Padişahın hakları: Devletin başkentinin İstanbul olması, padişahın aynı zamanda halife de olması, sorumlu olmaması, şahsi mal ve mülkünün korunması ve gereğinde Mebuslar Meclisi’ni dağıtma hakkı gibi. Padişahın Anayasa’yı ilan etmeyeceği tehdidinden sonra 113ncü madde mecburen Padişah’ın arzusu doğrultusunda kabul edildi ve Meclis-i Mebusan toplantıya çağrıldı.

Kanun-i Esasi, 23 Aralık 1876’da Beyazıt Meydanı’nda, eski ve yeni vekillerin, ulema ve paşaların huzurunda törenle okunarak ilan edildi. Mithat Paşa, Meşrutiyet ile idare edilen bir ülkenin başvekili gibi hareket etmeye başladı.

Mithat Paşa’nın şöhret ve itibarının, halk arasında ve Avrupalılar arasında gittikçe artması, saltanat makamının maddi ve manevi değerini gölgelemeye başlamıştı. Meclis bir defa toplandıktan sonra Mithat Paşa’yı yerinden kımıldatmak güçleşecekti. Onu istifaya zorlamak için, kendisine Babıâli tarafından sunulan teklifleri bilinçli olarak reddetmeye başladı. Bu engellemelere dayanamayan Mithat Paşa, sonunda, Padişah II. Abdülhamid’e, Osmanlı tarihinde bir eşi bulunmayan ağır bir uyarı mektubu yazarak, kendisinin vazife, yetki ve sorumluluğunu açıkladı ve köşküne çekildi. Sonra da ne Babıâli’ye ne de saraya ayakbastı.

Bunun üzerine Padişah II. Abdülhamid, saraydaki danışmanlarının da görüşlerini alarak, Mithat Paşa’yı yalnız sadrazamlıktan almak değil, aynı zamanda memleketten de uzaklaştırarak sürgüne göndermek için gerekli önlemleri aldı. Padişah, adamları yoluyla, “Mithat Paşa’nın, Cumhuriyet’i ilan edip, Mekke şerifini, Cumhuriyet’in başına getirmek için bir komploya dâhil olduğu” konusunda uydurma haberler yaydırdı. Bir taraftan da Mithat Paşa’nın iktidarda kalmasında sanki ısrar eder gibi gözüktü. Bu ısrarlar karşısında Mithat Paşa, saraya gitti ama daha huzura kabul bile edilmeden sadaretten azledilerek tutuklandı ve derhâl İzzeddin Vapuruna bindirilerek Avrupa’ya sürgün edildi. Böylece Mithat Paşa, Kanun-i Esasi’ye geçmiş olan 113’üncü maddenin ilk kurbanı olmuştu.

 

Not: Gelecek Yazı 1nci Meşrutiyet Dönemi devamı. İlhan Küçükbiçmen

Osmanlı İmparatorluğu, 2nci Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılına gelindiğinde;  Batı’nın Rönesans, Coğrafi Keşifler, Bilimsel Gelişim ve Endüstri Devrimi gibi konulardaki ilerlemesine çağlar boyu sırtını döndüğü, “gâvur icadıdır” diye aşağıladığı bu çağdaş özelliklerinden yoksun olduğu için, ayak uyduramamıştır.

Padişahların ve emrindeki hükümet kadrolarının, 18nci ve 19ncu Yüzyılları kapsayan yıllarda hiç olmazsa “Askeri” alanda batıdan teknik destek alma gayretlerine rağmen; özellikle Ruslarla yapılan savaşların tamamına yakını yenilgi ile sonuçlanmış, birçok can kaybının yanında neredeyse 2,5 milyon Km.2 civarında Osmanlı toprağı düşman eline geçmiştir.

Artık koca Osmanlı İmparatorluğu küçülerek, zayıflayarak, Avrupalıların ne yazık ki, “Hasta Adam” yakıştırması yaptığı güçsüz bir Osmanlı Devleti’ne dönüşmüştür.

Şayet, ilk 4 Bölümde anlatılan gelişmeler olmasaydı, belki de Osmanlı Devleti çok daha önce tarih sahnesinden silinecekti. Tabii bu da “Bir Felaket” anlamını taşıyacaktı. Neyse biz şimdi 1908 yılına odaklanalım ve olaylara farklı bir pencereden bakalım. Bu pencereyi merak edenler için cevaplayayım. Evet; bu farklı pencere, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün penceresi.  

Mustafa Kemal 1908 yılına gelindiğinde, 27 yaşında genç bir Kolağası Yani Kurmay Kıdemli Yüzbaşı’ydı. Bugünlere nasıl geldi? 1899 da Manastır Askeri İdadi’sini (Lise’yi) bitirip, İstanbul’da Harp Okulunda öğrenime başladı ve 1902 yılında Teğmen rütbesiyle mezun oldu. Harp Akademisine devam edip 1905’te de Yüzbaşı rütbesiyle başarıyla Akademi’yi tamamlayarak, o zamanlar bir Osmanlı toprağı olan Şam’a 5nci Ordu emrine atandı. 1907’de Kolağası Kurmay Kıdemli Yüzbaşı olunca , Askeri İdadi’yi (Ortaokul) okuduğu memleketi Manastır’da bulunan 3ncü Ordu’ya atandı.

Mustafa Kemal eğitim yıllarında olsun, subay olarak görev yaptığı birliklerde olsun, son derece çalışkan, araştırmacı, düşünerek konuşan, önderlik özellikleri taşıyan, lider vasıflı bir kişiydi.

Bu yetenekli Kurmay subay, görev yaptığı 3ncü Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa tarafından, 19 Nisan 1909’da İstanbul’a giren Harekât Ordusu’nda Kurmay Başkanı olarak göreve atandı. Bu ordu, “Kıbrıs’lı Derviş Vahdeti” adlı, İttihat ve Terakki düşmanı yobaz bir isyancının İstanbul’a gelip, orada çıkardığı “Volkan Gazetesi” ile propaganda yaparak halkı kışkırttığı “31 Mart Vakası” adı verilen olayın elebaşı olmasıydı.

Sonunda toplumun hassasiyetinden yararlanıp, amacı dini sömürmekten başka bir şey olmayan bu kişi akıl almaz bir biçimde bazı askeri birlikleri etkilemiş ve isyana sevk etmiştir. İsyanla ilgili daha yazılacak birçok detay var ama kısa kesmek istiyorum. Sonunda birçok demokrasi şehidi verildikten sonra isyan bastırıldı ve ardından yoğun tartışmalar sonucunda Meclis, bu olaylarda adeta isyancılarla birlikte hareket eden Padişah 2nci Abdülhamid’in tahtan indirilerek, Selanik’te ikamet etmesine ve yerine Mehmed Reşat Efendi Padişah olmasına karar verdi.

Kd. Yzb. Mustafa Kemal 1910 yılında Picardie Manevralarını izlemek için Fransa’ya gönderildi. 1911 yılında da Gen. Kur. Bşk.lığı emrinde çalışmaya başladı. Aynı yıl İtalyanların Libya’nın Trablusgarp şehrine hücumu ile başlayan savaşta Tobruk ve Derne bölgelerinde İtalyanlara karşı savaşa katıldı. Tobruk savaşında başarılı olunca da Derne Komutanlığına getirildi.

Mustafa Kemal’e dur durak yoktu. Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca, Gelibolu ve Bolayır’daki birliklerle bu sefer Trakya’da Bulgar Ordusuna karşı savaşa katıldı. Edirne’nin geri alınışında büyük hizmeti görüldü.

1913 yılında Bulgaristan’ın Sofya Askeri Ateşeliğine atandı. Orada Binbaşı rütbesine terfi etti. Ama hem askeri, hem de sosyal açıdan Sofya’da çok şey öğrenerek, görevi bitince Yarbay olarak Ocak 1915’te İstanbul’a döndü.

1914 yılında başlayan 1nci Dünya Savaşında ve Osmanlı Devleti 1915’te Almanlar’ın safında savaşa girmek zorunda kalmıştı. Yarbay Mustafa Kemal Gelibolu savunması için 19ncu Tümen’i kurmak üzere Tekirdağ’da göreve başlamış oldu. Sonrası malum “Çanakkale Savaşları”, 25 Nisan 1915’de Albaylığa yükseliyor. Galip gelmemize rağmen Alman’lar yenildiği için biz Türkler de yenik sayılıyor.

Mustafa Kemal 1916’da Tümgeneralliğe yükseliyor, Edirne, Diyarbakır,  ve Halep’e 7nci Ordu Komutanı tayin ediliyor.

Bundan sonra ise çok önemli bir başlangıç oluyor. Galip devletlerin ülkemize kara bulutlar gibi çöktüğü anda, 19 Mayıs 1919’da 9ncu Ordu Müfettişi unvanıyla Samsun’a ayak basıyor.

Bu konularda, Sakarya ve İstiklal Savaşı konularında daha önce birçok köşe yazısı yazmıştım. Bu konuya girmeyeceğim. Burada kısa cümleler halinde siz kıymetli okurlarımı sıkmamak adına Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan bilgiler verdim. Amacım bu muhteşem liderin yaşamını hem ülkesini korumak adına savaşlarda geçirdiğini, hem de bu vesileyle ülkesini ve en önemlisi de ülke insanını çok iyi tanıdığını anlatmaya çalışmaktı. 

Evet, nihayet 9 Eylül 1922 yılında Yunan Ordusu dağıtılarak, İzmir’den körfezde bekleyen İngiliz Harp gemilerine canlarını atarak belki de sonsuza dek ülkemizden ayrıldılar… savaş bitti… Derken…!

Aramızdaki gizli çatışmalar ise kaldığı yerden sürüp gidecekti. Bu çatışmaların belli bir adı yoktu ama kendini apaçık hissettiriyordu.  

Onu da (6ncı) yani son bölümde anlatacağım.