24 Kasım 2021, Öğretmenler günü. Bizleri anne ve babamızdan sonra, yıllarca eğiten, yetiştiren ve yaşam içinde yararlı bireyler olmamızı sağlayan, önce Başöğretmenimiz M. Kemal ATATÜRK olmak üzere, tüm öğretmenlerimize şükran duygularımı sunuyorum. Onlar olmadan çağdaş ve dinamik bir dünyayı asla düşünemeyiz.
Şimdi siz değerli okurlarıma, benim de içinde yer aldığım gerçek, yaşanmış, duygu yüklü bir öğretmen hikâyesi anlatacağım:
Spastik Özürlü İngilizce Öğretmeni Yavuz Akal
1961 yılında ortaokulda okurken, babamın İstanbul, Fatih-Yavuzselim’deki bakkal dükkânının sokağında tanıştığım, spastik özürlü arkadaşım( İngilizce Öğretmeni bilge insan) Yavuz AKAL’ın ibretlik, hazin yaşam öyküsüne yer vermek istiyorum:
Tanıştığımızda her ikimiz de aynı yaşlarda, Karagümrük Ortaokulu’na giden öğrencilerdik. Bizi bir araya getiren neden ise; babamın, 1961 yılında Yavuz’ların sokağında bir bakkal dükkânını devralıp işletmeye başlamasıydı. Yavuz, spastik engelli bir çocuktu ve ben de onun gibi hem okula gidiyor hem de boş vakitlerimde dükkânda çalışıp babama yardım ediyordum. O ara sıra dükkâna gelir, bir taraftan çok sevdiği buz gibi Coca-Cola’sını yudumlarken bir taraftan da sanki arkadaşı bellediği babamla sohbet ederdi. Ben, 1963 yılında kazandığım As. Hv. Lisesi için semtten ayrılana kadar Yavuz ile birlikte oldum ama onun İngilizceye meraklı olduğunu bilmiyordum doğrusu.
İzmir’de okuduğum için seyrek olarak İstanbul’a gidiyordum. Yavuz’u her seferinde babamın yanında bulurdum. İngilizce öğrenmeye ve öğretmeye ağırlık vermişti, ilkokul beşe ve orta bire giden çocuklara, evlerinde Özel İngilizce ders veriyordu. Hatta kardeşim Rıdvan’ın kızları, yani yeğenlerim Burcu ve Banu da Yavuz Hoca’nın öğrencileri arasındaydı.
Seneler sonra, 1969 yılında Hava Subayı olarak İstanbul’a tayin olduğumda, Yavuz artık dört dörtlük İngilizce hocası olmuş, babamın dükkanının sokağında bir daire kiralayıp, kendine resmî bir dershane açmıştı ve yanında bir de matematik hocası vardı.
Hayatını tek başına götürüyordu. Spastik engelli olmasına rağmen, yaşamı boyunca hep tek yaşadı ve çalışarak hayatını sürdürdü. İngilizce ders kitapları yazdı. Dönüp hiç kimseye el avuç açmadı, devletten asla yardım ummadı. Mahallede onu herkes severdi. Görüşlerini asla saklamaz, doğru bildiğini hiç çekinmeden insanın yüzüne direkt söylerdi.
Galiba 90lı yıllar olacak; Yavuz Hoca’yı, eşimle birlikte İstanbul’a gittiğimizde görmüştük. Bize, hep yana yatık, eğri duran boynunun sinirlere baskı yaptığını ve doktorla görüştüğünü, riskli de olsa ameliyat olması gerektiğini söyledi. Hayırlısı diyerek ayrıldık.
Aradan galiba bir yıl kadar geçmişti ve İstanbul’dan bir haber aldım ki âdeta beynimden vurulmuşa döndüm. Yavuz Hoca’nın ameliyatı maalesef kötü sonuçlanmış ve başta aşağısı tamamen felç olmuş. Birkaç yıl sonra İstanbul’a gittiğimde, onu evinde ziyaret etmiştim. Görüştüğümüzde, O’nu hayattan bezmiş, yaşamak istemeyen ve ölmenin yollarını araştıran bir kişi olarak algılamıştım.
Ankara’ya dönünce, acaba Ankara GATA Fizik ve Rehabilitasyon’da tedavi olanakları var mı diye araştırdım. Hatta oradaki bir profesör ile görüşme imkânım oldu ama Yavuz Hoca o zaman buna pek sıcak bakmadı.
Bugün 10 Eylül 2012 Pazartesi, okullar açıldı. Küçücük yavrularımız, ilk eğitim günlerinde anneleriyle birlikte okullarına gittiler. Ülkemize hayırlı olsun. İstanbul’dan, Yavuz Hoca’mla senelerdir büyük bir özveriyle ilgilenen, sağlık sektöründen emekli, bizim de aile dostumuz Turgut Çakmak Bey, beni telefon ile aradı ve dedi ki: “İlhan Bey, size Yavuz Hoca’m ile ilgili sıkıcı bir bilgi vermek istiyorum.” Doğrusu meraklanmıştım. “Hayrola Turgut Bey, ne oldu ki?” dedim ve onu dinlemeye koyuldum. “Yavuz Hoca, bundan 3-4 ay önce düşünüp taşınmış ve sonunda kendi hakkında bir karar almış ve bu kararını da bundan dört gün önce uygulamaya başlamış, açlık grevi. İlhan Bey, kendisine ne kadar, yapma, etme, vazgeç bu kararından, dediysem de, bana, ‘lütfen benim kararıma saygılı ol’ deyip duruyor. İlhan Bey, bu konudan haberiniz olsun istedim,” dedi.
Aynı akşam saat 20.15’te Ankara’dan, İstanbul’da bulunan Yavuz Hoca’yı telefonla aradım. Yanımda, benim gibi Yavuz Hoca’yı seven ve takdir eden eşim Makbule de vardı. Bakımını üstlenen, bir hastanede hasta bakıcı olarak görev yapan bey, her akşam saat 20.00’da gelip onunla ilgileniyordu. Hoca’nın cep telefonu çalınca, ayarlayıp kulağına tutuşturmuş. Hal hatır sormanın ardından:
“Yavuz, bugün beni Turgut Bey aradı ve senin açlık grevi yaptığını söyledi, bu doğru mu?”dedim. “Doğru İlhan, sen de biliyorsun, yıllardır hiçbir işe yaramıyor, bir gelişme olmadan böyle boylu boyunca yatıyorum. Hiçbir şey yapamıyorum, ‘ötenazi’ istiyordum ama biliyorsun olmadı. Bunun üzerine ben de üç dört ay önce hayatımı sonlandırma kararı aldım ve beş gün önce eyleme başladım. O günden beri yemiyor ve hiçbir şey içmiyorum.” dediğinde, âdeta ben ve Makbule şoka girdik. “Hoca’m, biz sadece yemek orucu zannediyorduk. Sen, ‘su da içmiyorum’ dedin. Doğru mu anladım?” “Doğru İlhan, bu benim kesin kararımdır.” dedi. Ben de: “Evet, hocam; bu durumda sana söylemem gereken, doğru kelimelerin ne olması gerektiğine ve onları seçip, bulup söylemeye çok zorlanıyorum. Ama galiba, biz üzülsek de, zor da olsa, senin kararına saygı duyduğumuzu söylemek durumundayız” demek mecburiyetinde kaldım.
Yavuz Hoca’nın ölüm orucunun galiba yirmi üçüncü günü, ona bakan hasta bakıcı, başının derde gireceğinden korkup, durumu gizlice polise bildirmiş, polis eve gelip rapor tutmuş ve Hoca’nın sağlığı da iyice kötüleşince hastaneye kaldırmışlar. Kendisini kurtarmışlar ama bir ayağının parmaklarını kesmek durumunda kalmışlar.
***
Ben hemen her ay, kendisini Ankara’dan tel ile arayıp yoklamaya çalışıyordum. Nihayet 2014 yılında teklifimi kabul etti ve yapılan ön hazırlıklar sonucunda, Yavuz Hoca’mızı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tahsis ettiği bir ambulansla Ankara Bilkent’te bulunan, Gazilerin hastanesi olarak bilinen GATA Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’ne tedaviye getirttik.
Eşim Makbule Küçükbiçmen-Yavuz Akal(İngilizce Öğretmeni)
ve ben İlhan Küçükbiçmen 3 Ekim 2014, Ankara-Bilkent Gaziler
Fizik ve Rehabilitasyon Merkezi
Yaklaşık üç hafta her gün tedavi gördü. Her gün onu ziyarete gidiyor ve ona, sıkılmasın diye hastanede kaldığı odasında, “BENİM EVRENİM” adlı kitabımdan bölümler okuyordum. Eşimle birlikte onun gözlerindeki sönük ışıkların biraz olsun parladığına, sevinçle şahit olmuştuk. Sonunda çok küçük de olsa, bazı olumlu değişiklikler olmuş ama en önemlisi, biraz olsun morali yükselmişti. Ama asla “ötenazi” hedefinden sapmamıştı. Bana, “İlhan düşünebiliyor musun yanağına sinek konsa kovamıyorsun! Beni anladığını zannediyorum...” demişti.
2014 Ekim ayında onu yanında Ankara’ya getirttiğimiz hasta bakıcısıyla birlikte, Ankara Büyük Şehir Belediyesinin tahsis ettiği bir ambulansı ile İstanbul’a uğurladık.
O günden sonra, İstanbul’da bulunan bir arkadaşım, kadim dostum Mimar Erdal Soyman, belki onu her hafta ziyaret ederek hiç yalnız bırakmadı. Teşekkürler Erdal…
Yavuz Hoca’ma Ankara’dan telefonla, kaldığımız yerden kitabımı okumaya devam ettim ama bitirmek kısmet olmadı. Onun güvenilir, onurlu ve bilge fikirlerinden, ömrüm boyunca yararlandım. Sonunda ciğerimiz yandı ve o galip geldi. “Ötenazi” olmasa da yatağında, 10 Temmuz 2015 günü, çok istediği ve özlediği sonsuz yolculuğuna çıktı.
Yavuz Hoca, gerçekten gıpta edilecek kadar bilgili, insana değer veren, dikkatle dinleyen, insanlığı, bilgiyi, çağdaşlığı ve öğretmeyi seven bir bilgeydi… Dünyamızdan böyle bir yıldız, sessiz sedasız geldi ve gitti. Işıklar içinde uyu değerli Hocam.