Son dönemde dijital teknoloji ile birlikte çocuklarımızın yaşamı da tamamen değişti.
Hepimizin elinde bir telefon ve sosyal medya ile ilgilenme hali var.
Hatta bazı aileler çocuklarına tablet yada telefon vererek hem onların internet, teknolojik yapılya yanlış tanışmalarını sağlıyor, hem de aslında boş bir oyalanma alanı açıyor.
Bakınız bir anne ile çocuğu arasında internette okuduğum gerçeğe dayalı bir hiyakeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
İçeri girer girmez neşeyle bağırdı:
– Hey! Anne! Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?
– Sana diyorum anne!
– Aaa! Görmüyor musun kızım? Telefonla konuşuyorum.
Bir aile de olsa herkesin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu.
Her şey, ama her şey ne hikmetse erteleniyordu, telefon ve araba söz konusu olduğunda…
Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu, bu evde.Nerelere gitseydi acaba? Nihayet annesi kapattı telefonu.
Bu sefer de mutfaktan tencere sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti:
– Sana yardım edeyim mi anneciğim? dedi, en sevimli halini takınarak. Annesi manalı manalı süzdü:
– Hayırdır? Yine bir yaramazlık mı var? Bak, bir de seninle uğraşmayayım!.. Çok yorgunum zaten!..
Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında ninesi oyuncağı yavaşça elinden alır:
– ‘Nasıl da yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni bir tanem, canım evladım!..’ diyerek alnına bir öpücük konduru verirdi.
Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, neden annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu?!.
– Anneciğim, yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Nineciğim öyle söylüyordu.
– Uykuya dalayım da, gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum!..
Bu kelimeden nefret ediyordu.’Yorgunum, yorgun olduğumdan, böyle yorgunken.’
– Anneciğim sen yorulma, diye… Çocuk sözünü tamamlayamamıştı ki anne gürledi:
– Yemekte konuşuruz çocuğum!.. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları
bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz!..
“Hani siz yoruluyorsunuz ya… Eeee… Bende kendi başıma oynamaktan yoruluyorum. Ne yapayım bilmem ki?”
Kelimeleri boğazında düğümlendi söyleyemedi. Yalnızca yutkundu.Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.Tam bu esnada ışıklar söndü birden.Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.”Olacak şey mi? Mum da yok!” diye diye karıştırdı dolapları el yordamıyla.Çaresiz sırtüstü yatıp biricik ninesini ve köyünü düşündü.Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını.Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne.
Nineciği gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırdı. Kocaman tavşan kafası yaptı.Kendi kendine: ’’Bak deli tavşan’’ diyerek parmaklarını oynattı.Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü minik avuçların açılmasıyla kayboldu.Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı küçük kızın.Sonra ışıklar geldi.
Hanım, çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti neden sonra. Birden kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı yavrucağız.
Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini.
Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük konduruverdi.
Çocuk sanki bir ipucu bekliyormuşcasına aralanan gözleriyle mırıldandı;
“İşin bitince beni sever misin anne?” dedi.
Hanım efendi, sevilmek için randevu alan çocuğuna şefkatle bakarken göz yaşlarına mani olamadı, ağladı ağladı.