Bir önceki yazımın sonunu şöyle bağlamıştım:
“Sonra ‘la-havle’ çekerek, kumandayı tıklayıp, BBC HD kanalına girdim. Burada İngilizce, Pakistan’ın, İstanbul gibi çok kalabalık bir nüfusa sahip (13 milyon), tamamına yakını Müslüman olan Karaçi şehrini ve oradaki özellikle çocukların yaşamını konu alan bir belgesel programı vardı.”
Gördüğüm çevre ve insan manzaraları tek kelimeyle felaketti. Biraz anlatmaya çalışayım; şehrin içinden ağır hızda bir tren (galiba banliyö treni) geçiyor içi hıncahınç dolu. Açık olan kapılarından sarkan insanlar, içerdekilere oranla, tehlikeli de olsa her zaman sıcak olan havada tatlı bir rüzgârla serinleyerek mutlulukla seyahat ediyorlar.
Tren raylarının hemen sağında ve solunda, yerlerde çocuklar, korkmadan oyun oynuyor. Hemen hemen görünen her yer pislik içinde. Yerler asfalt yerine toprak ve içinden bulaşık suları akıyor. Evler ufak tefek binlerce, kıyamet gibi. Hepsi de derme çatma barakalar hâlinde. Çoğunun pencereleri şeffaf naylonla kaplanmış, kapıları ise ha var ha yok. Sefalet, perişanlık diz boyu. Dediğim gibi; en büyük avantajları belki de soludukları havanın, gece gündüz devamlı 30-35 derece arasında, yani sıcak olmasıydı herhâlde.
Programı, yanında bir tercüman delikanlı ile genç bir İngiliz spiker sunuyordu. Şehir içinde cam kavanoz üretimi yapılan bir atölyeye girdiler. Ortada bir cam fırını ve yanında, sıcak cam hamuruna küçük kavanoz şeklini verebilen çok basit bir kalıp düzeneği vardı. Etrafında kabaca 40 yaşlarında bir usta ve ona yardım eden ilkokul çağında, sanki 6-7 yaşlarında 10’a yakın erkek çocuk vardı. Hepsi de hafif esmer, güler yüzleriyle arı gibi çalışıyorlardı. Birisi kolunu kızgın demire kazara değdirip yakmıştı ama yanık ele hiçbir tedavi yapılmamış, o şekilde çalışmaya devam ediyordu. İşin ilginç yanı ise, spiker, bu durumu hem ustaya hem de çocuğa sorduğunda, her ikisinden de pek bir şikâyet gelmemesiydi.
Oradan, kolu yanık çocukla ve onun ya küçük kardeşi veya iş arkadaşıyla birlikte, yattıkları yere gidildi. Oda değil de âdeta küçük bir koridora girildi denilebilir. Her yerde kap kacak, karton, naylon ve kâğıtlar vardı. İnanılmaz dağınıktı ve pislik içindeydi. Yatakları da ortalıkta gözükmüyordu. Nerede uyudukları sorulduğunda çocuklar, üzerinde durdukları kartonu gösterip, uzanıp nasıl yattıklarını gösterdiler.
Sonra biri 6-7 yaşlarında, diğeri ise 4-5 yaşlarında üstü başı perişan, saçları, yüzü kir pas, yara bere içinde iki kız çocuğu, çöp kutularından, daha doğrusu, bir kenara biriktirilmiş çöp yığınından, ellerindeki torbalara kâğıt, karton ve naylonları toplarken görüntülendi. İngiliz sunucu, yanındaki tercüman aracılığıyla, bu yavrucaklara bir şeyler sordu ama doğrusu pek anlayamadım. Hani bir film yapımcısına, böyle paçalarına kadar fakirlik ve sefalet akan bir sahne tasarla dense, inanın bu kadar başarılı olamazdı herhâlde.
Son olarak, oraya yakın bir ilkokula gidildi. Sınıf, orta boy bir salon büyüklüğündeydi ama ilginç olan, içinde hiç sıra yoktu. Bütün öğrenciler yerlere oturmuş, kitap ve defterlerini yere sermiş, birbirleriyle konuşarak, şakalaşarak ders görüyorlar veya görüyor gibi yapıyorlardı. Başlarında bayan bir öğretmen vardı ve İngilizce biliyordu.
Televizyonlardan daha önce defalarca izlediğimde, 160 milyon nüfuslu Pakistan’ın, kendisi gibi Müslüman çoğunluklu kuzey komşusu Afganistan’da da durumun bundan pek farklı olmadığına, içim acıyarak şahit olmuştum. Ayrıca Afganistan, yüksek ve dağlık bir ülke olduğu için, Pakistan’a göre oldukça soğuk sayılırdı ki bu durum da yoksul bir toplum için, yakacak ve giyim açısından ilave bir sorundu…
Asya’da bulunan bu iki ülkeye benzer, aynı şekilde yoksulluk ve sefaletle boğuşan, Hindistan’ın doğu komşusu, diğer bir İslam ülkesi Bangladeş’i de dâhil edebiliriz.
Asya kıtasında bu sefaleti ve felaketi yaşayan, sadece saydığım İslam ülkeleri mi? Tabii ki değil. Bunlara, nüfusu neredeyse bir milyarı aşkın, büyük bir bölümü Hindu dininde olan Hindistan’ı ve nüfusu 1,5 milyarı aşmış Budist ve Konfüçyüs dinlerinin hâkim olduğu Çin’i de ilave edebiliriz. Bu iki dev ülke insanlarının çoğunun da durumları, İslam komşularından pek de parlak değil. Ama onların 21. yüzyıldaki farkı, çağdaş gelişme ve bilimin farkına varmış olmalarıdır.
Not: “ANADOLU’DA BİLİMİN AYAK İZLERİ” ne ve diğer 15 ad. kitaba www.halkkutuphanesi.com dan ücretsiz kolayca erişilebilir.